24 Ağustos 2010 Salı

İşte bütün mesele bu!

Dünya tarihinin gördüğü en vahşi faşist diktatörlüklerden birinin 30. yıldönümüne ve şu klişe “oyun” tanımlamasının cuk oturduğu bir referanduma doğru ilerliyoruz
Oyunun Evet ve Hayır cephelerinde yeni bir şey yok, reyler çoktan ihsas edildi. “Ben oynamıyorum,” diyen Yıldırım Türker’in yazdığı gibi:
Bu referandumda herkesi ille de bir taraf olmaya zorlamanın ardında ciddi bir boykot korkusu okunuyor [Çünkü] Katılımın düşük olması, her iki tarafın da kendilerinde vehmettikleri güce olan inancı sarsacak.
Gelinen bu noktada, hem oy pusulalarına yansıyan ikisi de düzen için iki seçeneğin, hem de “tam da oy pusulalarında bulunmadığı için gerçek bir alternatife dönüşen” Boykot cephesinin durumuna bir bakmak istiyoruz. Bunu yaparken bir yandan bu sayfalarda yaptığımız değerlendirmeleri hatırlatacak bir yandan da hepsi geçtiğimiz günlerde yayımlanan şu yazılara bakacağız:
  • “Yetmez ama Evet” sloganları neredeyse AKP dahil Evet’çi kesimin resmi ideolojisi haline dönüşmüş DSİP’in başkanı Doğan Tarkan’ın ‘Gerçekten Yetmiyor’ yazısı (Radikal İki, 22 Ağustos)
  • CHP’yle MHP’nin Hayır’ında umutsuzca ‘Leninist bir hayır’ arama uğraşındaki sol hayırcılardan ‘Türkiye’de boykotun koşulları var mı?’ (Ergin Yıldızoğlu, Birgün, 19 Ağustos)
  • Yıldırım Türker’den (MedyadaBoykot sayfalarında çeşitli kısımlarını vurgulayarak yayımladığımız) ‘Evet! Boykot!’ (Radikal, 23 Ağustos)


Sol liberaller itiraf ediyor: “Yetmez ama evet, diyenler, evet diyorlar!”


Daha önce bu sayfalarda basit bir mantık kuralını hatırlatmıştık: “Ama, Evet’i değillemez. Başına bin tane de Ama koysan Evet yine Evet’tir!” Gerçi Evet cephesinde yeni bir şey yok, dedik ama belli ki artık mantıksızlıkta ısrar edemiyorlar. Doğan Tarkan’ın şu itirafını es geçmemek gerekiyor:
“Yetmez ama evet” diyenler, … “evet” diyorlar, çünkü karşımıza referandumda sadece iki seçenek çıkacak, pakete ya “evet” diyeceğiz ya da “hayır”.
Ama sorunun bir mantık değil siyaset sorunu olduğunu biliyorduk. ‘Kutsal bilgi kaynağı’ Ekşi Sözlük yazarları, devrimci, sosyalist ve de işçi partisi olma iddiasındaki bu parti hakkında Voltaire’in şu sözünü boşuna hatırlatmıyordu: “Kutsal Roma İmparatorluğu ne kutsaldı, ne Romalı ne de imparatorluk.” ‘Romalılar’ Evet’İ hâlâ şöyle temellendiriyor:
Referandumda “evet” denmesinin nedeni bu anayasa paketinin darbecilerle hesaplaşmak için önümüze bir kapı açması. Eğer bu kapı açılırsa içeri girip darbecilerle hesaplaşmak için yeni adımlar atabiliriz.
Alın size gerekçe: Kapı açılıyor! Darbecilerle hesaplaşan yok da “kapı açılıyor”, daha içeri girebilirsek gireceğiz de hesaplaşabilirsek hesaplaşacağız. Daha önce de Ali Bayramoğlu şöyle yazmıştı:
Temel hak ve özgürlükler alanı genişliyor, askeri özerk alan biraz daha daralıyor, sendika ve grev hakkı artıyor, hepsinden önemlisi kritik aşama olarak gördükleri 12 Eylül rejiminin anayasasına ilişkin çaplı bir değişiklik ilk kez halkoyuna sunuluyor.
Bu iki paragrafı üst üste koyunca elimizde kalan dört fiile bakalım: “kapı açılıyor”, "genişliyor", "daralıyor", "artıyor". Bir de sıfat tamlaması var: "çaplı değişiklik". Hep niceliksel şeyler, ortada nitelik yok
  • Temel hak ve özgürlükler geliyor mu? Cık, "genişliyor."
  • Sendika grev hakkı geliyor mu? I-ıh, "artıyor."
  • Askerlerin egemenliği kalkıyor mu? Yok, "daralıyor." ,
  • 12 Eylül anayasası değişiyor mu? Cık, "çaplı bir değişikliğe uğruyor".
  • Darbecilerle hesaplaşılacak mı? Cık, “kapı açılacak.”
Zaten Evet’çilerin kafası hep böyle çalışıyor, niceliği nitelik olarak göstermeye çabalayarak. Çünkü aslında iddia ettikleri değişikliklerin hiçbirinin olmadığını farkındalar. Tarkan, “değişiklik paketinin bütün maddeleri eski maddelerden daha ileri” diyor. Yeterince aranırsa mesela Franco faşizminin Hitler faşizminden “daha ileri” olduğu yerler bulunabilir mesela.

Üstelik ortada daha ileri bir şey de yok!  Anayasanın 53 ve 54. maddeleri grev yasağı getiriyor. Toplu sözleşmeyi toplu görüşmeye indirgiyor ve son karar hakkını devlet tarafından tayin edilmiş bir kurula bırakıyor.Anayasanın 125. maddesi özelleştirmenin önündeki son yargı pürüzünü de kaldırıp, ülkeyi yağmaya daha açık hale getiriyor. Darbecilerin yargılanmasının önü sözde açılıyor (kapı, kapı!), ama bunu ancak onların zamanaşımıyla kıllarına dokunulmayacağı kesinleştikten sonra yapıyorlar. Bunlar sadece birkaç örnek. Bize ısıtıp ısıtıp HSYK'nın bilmem hangi atama maddesini getiriyorlar, sanki hakimler babamızın oğlu olsa tekellerin aleyhine bizim lehimize bir tek karar olsun verebilecekler!

Gemi biraz gevşetiyorlar diye onlara koşulsuz bir onay verelim istiyorlar. Koşulsuz çünkü Tarkan’ın da söylediği gibi, ‘yetmez ama’ demekle düpedüz ‘evet’ demek arasında bir fark yok. Gem ağzımızda dursun, biz de gemi ağzımızda tutan yasal çerçeveye Evet diyelim, ha? Sonra da zulüm, yoksulluk ve bu tür kötülüklerin tümünün anası faşizm olduğu yerde kalsın, dünya bu çarpık dönüşünü sürdürsün.


Oysa Yıldırım Türker’in dediği gibi: “Ehvenişere tav olarak dünya değiştirilemez.”

Sol Hayırcılar itiraf ediyor: Referandum bir ‘demokrasi oyunu’

Referandum’da boykot kararı alan sosyalistlerin, duygularına, siyasi manzarayla ilgili gözlemlerinin büyük çoğunluğuna ben de katılıyorum –diyen Ergün Yıldızoğlu şunu kabul ediyor:- Bu referandum, bir demokrasi oyunundan öte bir şey değil.
Oyun olduğunu bildiği bu oyuna neden alet olduğunu açıklarken de Lenin'in 1907’de yazdığı ‘Boykota Karşı’ broşürüne sığınıyor. Aslında tahlile daha yakından bakınca yazarın broşürün sadece başlığına sığındığı anlaşılıyor.

Oportünizmin en çok karşılaşılan biçimi, başka bir dönem için getirilen tahlilleri içinde bulunulan döneme uygulamaya, hayatı şablona uydurmaya çalışmaktır. Oysa yazar Lenin’den alıntıladığı “bir döneme ait sloganın başka bir dönemde kullanılmasına karşı çıkıyoruz” sözünü yeterince iyi anlasaydı, 1907’deki bu tahlilin bugüne uymadığını da görecekti. Mahir Çayan’ın şu sözleri bunca yıldan sonra ne kadar da taze:
bilimsel sosyalizmin ustalarının eserlerini tahrif ederek, bilimsel sosyalizmin ustalarının, yaşadıkları dönemin bazı ülkelerinin ayrık ve özel koşullarının oluşturduğu sosyal pratikten hareketle, o ülkeler için geçerli olan istisnai tezlerini, evrensel geçerliliğe sahip tezler diye ileri sürerek veyahut bunun tam tersi bir davranışla uzlaşmaz çıkar çelişkileri devam ettiği sürece, evrensel geçerliliğe sahip ana tezlerin geçmiş dönemin tezleri olduğu ve içinde yaşanılan dönem için geçerli olmadığını söyleyerek kafalarda karı- şıklık yaratıp kendi tezlerini sinsice sergileyen oportünizm en ince, en dikkat edilmesi gereken ve de en tehlikeli olan oportünizm türüdür. (‘Revizyonizmin Keskin Kokusu 1’, Bütün Yazılar, s.56, abç)
Yıldızoğlu’nun tek sorunu Lenin’in 1907’de çarlık gericiliği altındaki Rusya için geliştirdiği bir taktiği bugüne umutsuzca uygulama çabası değil. Yazar ayrıca ele aldığı metinleri de eksik anlıyor yahut eksik anlatıyor. Birgün’deki yazıyı okuyan sanır ki Lenin bunca sayfayı, “Güçlü değilseniz boykot yapmayın,” demek için döktürmüş. Boykot alternatifinin hiç de güçsüz olmadığı düzenin ve düzen kalemlerinin çırpınışlarından belli de velev ki öyle olsun, Lenin’in meselesi sadece güç değil.

Bir parça teorik bir tartışmaya girecek olduğumuz için durumu özetlemekte yarar var: Şimdi ortada iki seçim var. Biri 1905’teki Bulgyin Duma’sı seçimleri ki Bolşevikler bunu öyle başarılı bir biçimde boykot ettiler ki Duma toplanamadı. Diğer seçimse 1907’deki III. Duma seçimleridir ki Bolşeviklerin bu seçime katılıp temsilcilerini parlamentoya gönderme olanağı vardır, devrim dalgasının düştüğü bir dönemden geçildiği için de boykot kararı alınmamıştır.

Lenin boykot kararının uygulandığı seçimde yazarın göstermeye çalıştığı gibi sadece güçten bahsetmez. İki koşuldan bahseder
  1. Devrimin monarşist bir anayasa yoluna girme tehlikesi, ve
  2. Devrimin somut gücü.
Bugün tam da faşist bir anayasayla ona alternatif olarak gösterilmeye çalışılan başka bir faşist anayasa arasında bir referandumdayız.

Yazarın tüm yazısı boyunca “unuttuğu” ilk koşula Lenin özel bir önem verir ve devrimin bir monarşist anayasa yoluna sokulma tehlikesini vurgular. İki seçim vardır: ya devrim yolundan gidilecektir ya da monarşinin anayasasının yolundan. Bu referandumdaki Evet ya da Hayır oylarının ikisinin de faşit bir anayasaya onay vermek olduğu düşünülürse, tıpkı 1905’teki gibi bugün de düzenin yolunun dışına çıkmak sadece boykotla mümkündür.

Peki Yıldızoğlu, Lenin’in boykot broşürüne dayanarak bugün boykot demenin yanlış olduğunu iddia ediyor da neden ‘Hayır’ demek gerektiğini söylüyor mu? Öyle ya, boykot yanlış karar olsa bile, bu Hayır’ı doğru karar yapmaz ki.

Çok şaşırtıcı, ama bu konuda hiçbir şey söylemiyor. Muhtemelen çünkü kendisi de bu referandumun bir oyun olduğunun farkında.

Devrimci kararları almamak için güçsüzlüğü bahane etmek Leninist literatürde likidatörlük yahut tasfiyecilik diye bilinir. Lenin gücünü sürekli tartan büyük bir pratik adamıydı, ama güçsüzlüğüne sığınıp asla yanlış kararla almadı, oyun olduğunu kendisinin de bildiği oyunlara gelmedi. Sol hayırcılarımız ise koşa koşa üstelik bağıra bağıra “geliyorlar” o oyuna…

Boykot bir partinin değil devrimin alternatifidir, meselemiz dünyanın ve ülkenin düzeniyle


Yazımızın girişinde bahsettiğimiz ve yazı boyunca güçlü ifadelerine başvurduğumuz Yıldırım Türker yazısı, Boykot cephesinde ve bu cephenin karşıtlarında zaman zaman rastlanan bir hatayı da barındırıyor. Boykot, BDP boykot ettiği için doğru karar değildir.

Türker: “Bu oyunda Kürtleri oynatmıyorsanız ben de oynamıyorum,” diyor. Oysa sorun oyunun kendisini oynamamaktır. BDP’nin referandum tavrıyla ilgili türlü spekülasyon dolaşıyor. Yarın BDP bir takım hak kırıntılarına razı gelerek ‘Evet’ dese ve oyuna katılsa da Boykot’un gerekçelerinden hiçbiri yerinden kalkmayacaktır.

Şu üstteki resme bir bakın. Bizim derdimiz işte bu resimle. İşte bütün mesele budur! Dünyanın hemen her ülkesinde ve Türkiye’de durum budur. Nüfusun küçük bir azınlığı zenginliklerin büyük dilimini mideye indirirken, nüfusun halk denilen çoğunluğu sadece kırıntılarla yetiniyor.

Biz işte bu sadece akla mantığa değil vicdana da aykırı düzenin yeniden üretileceği bir anayasayı boykot ediyoruz. Biz çoğunluğu kırıntılara razı etmek için azınlığın kaleme aldığı anayasaların topuna birden ‘Hayır’ demenin ve emekçilerin ve halkların özgür geleceğine ‘Evet’ demenin tek yolu ‘Boykot’ da o yüzden boykot diyoruz.

Güçlüyüz


Şu ya da bu parti doğru kararda sebat etse de caysa da güçlüyüz çünkü savunduğumuz fikir güçlü.
Türkiye'de resmi rakamlara göre %15 ile %40 arasında insan zaten seçimlere katılmaz. (Bu oran, Küba'da %3, ABD'de %50 civarında seyreder) Örneğin son seçim için Türkiye resmi rakamının %10 yüksek gösterildiği ortaya çıktı. [1])

Egemenler için bu oran önemlidir çünkü seçimlere katılımla halkın düzene olan inancı arasında bir ilişki vardır. Devrimcilerin boykot kararı bu inançsızlığın maddi zemini üzerinde yükseldiği için önemlidir, ifadesini konjonktürel olarak henüz devrimcilerde bulmayan, fakat tarihsel olarak ancak onlarda bulabilecek bir inançsızlık.

Politika yapan entiteler nüfustaki oranlarına göre yapmazlar. Sadece devrim tarihleri değil burjuva politikasının tarihi de bu oranın birkaç yıl içinde % çok azlardan % çok çoklara ilerleyebildiğini (ve bunun tersi de doğrudur) göstermiyor mu? Zaten nüfusta çoğalmak, ancak doğru politik adımları atmakla mümkündür. Tüm nüfusta tek kişiyle bile temsil edilen bir fikir, doğru politik adımları atarak iktidara geçebilir. Hatta aslına bakılırsa, hemen hep böyle olur.

Kötünün az iyisini vererek (bkz. Evet) yahut kötü bir hükümeti bahane ederek (bkz. Hayır) bizi bir sistemi onaylamaya çağırıyorlarsa, bizim ara sıra gemi sıkılan ara sıra gevşetilen, gevşetildiği zaman da sahibine daha itaatkar olan attan farkımız kalır mı?


[1] Kaynaklar: http://www.belgenet.net, http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=56517, http://en.wikipedia.org/wiki/Voter_turnout, http://www.tumgazeteler.com/?a=2510171

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder