31 Ağustos 2010 Salı

Boykot Abla sorularınız için burada

Topraksız köylünün toprağı, dertlerimizin dermanı Boykot Abla

Muhterem Referandumcular, sevgili „Yetmez ama Evet“ciler, „Hayır'da hayır vardır“cılar, „Mührüm evet'e“ciler, bana yolladığınız binlerce mail için ne kadar teşekkür etsem az. İnanın bu ablanız sizi çok seviyor, sabah akşam iyiliğiniz için duacı oluyor. Elimden geldiği kadar sorularınıza yanıt verdim, yanıt veremediklerim gücenmesinler, „Ablamız bizi sevmiyor mu?“ diye vesvese etmesinler, sabırla koruk şarap olurmuş, sıra hepinize gelecek diyor, incitmeden gözlerinizden öpüyorum.

-Rumuz:Tomruk
Lan sevgili Boykot Abla, sen oylamaya gitmeyince aslında „evet“ demiş olacaksın ama bunu erkekçe demeye cesaret edemediğinden „boykot“ diyorsun. Senin o boykot diyen dillerini seveyim.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

"Kırıntılar yeter, dünya sizin olsun (mu)"...

Maslak Metro girişi-Istanbul 20.08.2010
Referandumun "evet-hayır"cıları villa kavgasıyla oyalanadursun, referandum evetçilerinden bizim için en çok iç acıtanları yetmeden evet diyenler. Yıllardan beri sosyal demokrasi denen şeyle, kapitalizmin can suyuyla mücadele ederken "Yetmez, işte bu nedenle hayır, bu nedenle devrim" demedik mi? Hatta onlar da demediler mi, bu nedenle devrimi isim edinmediler mi?
O zaman nedendir bugün yetmeyen, sadece darbe anayasasının ömrünü uzatan bir pakete Evet demek? "Dünyayı istiyorduk ama neyse, kırıntılarla idare edelim" demek? Demokrat Müslümanları devrimcileştirelim derken İslamın şükürcülüğünden muzdarip hale gelmek?
Onlar Hrant'ın dostları değil miydi? Evet, gerçekten öyleler, bu konuda şüphemiz olamaz. Ama Hrant, gerçek katillerinin üzerine gidilmedikçe, "Alın işte, katili bulduk" denilerek dosya kapatılmaya çalışıldıkça, hele hele uluslararası mahkemelerde "Katledildi, ama sor bir niye katledildi" minvalinde "o da nefret söyleminde bulunmuştu" içerikli iğrenç savunmalar verildikçe başından sızan kanla kaldırımda yatmaya devam edecek. Biliyoruz ki Hrant'ın dostu olmanın gereği ne onu katleden İttihatçı soykırım sevdalılarının, Kerinçekgillerin müttefiklerinin yanında durmaktır, ne de Hrant'ı nefret söyleminde bulunmakla itham eden, Kürt halkının talepleri karşısında "Kadın da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacaktır" diyenlerin yanında.

24 Ağustos 2010 Salı

İşte bütün mesele bu!

Dünya tarihinin gördüğü en vahşi faşist diktatörlüklerden birinin 30. yıldönümüne ve şu klişe “oyun” tanımlamasının cuk oturduğu bir referanduma doğru ilerliyoruz
Oyunun Evet ve Hayır cephelerinde yeni bir şey yok, reyler çoktan ihsas edildi. “Ben oynamıyorum,” diyen Yıldırım Türker’in yazdığı gibi:
Bu referandumda herkesi ille de bir taraf olmaya zorlamanın ardında ciddi bir boykot korkusu okunuyor [Çünkü] Katılımın düşük olması, her iki tarafın da kendilerinde vehmettikleri güce olan inancı sarsacak.
Gelinen bu noktada, hem oy pusulalarına yansıyan ikisi de düzen için iki seçeneğin, hem de “tam da oy pusulalarında bulunmadığı için gerçek bir alternatife dönüşen” Boykot cephesinin durumuna bir bakmak istiyoruz. Bunu yaparken bir yandan bu sayfalarda yaptığımız değerlendirmeleri hatırlatacak bir yandan da hepsi geçtiğimiz günlerde yayımlanan şu yazılara bakacağız:
  • “Yetmez ama Evet” sloganları neredeyse AKP dahil Evet’çi kesimin resmi ideolojisi haline dönüşmüş DSİP’in başkanı Doğan Tarkan’ın ‘Gerçekten Yetmiyor’ yazısı (Radikal İki, 22 Ağustos)
  • CHP’yle MHP’nin Hayır’ında umutsuzca ‘Leninist bir hayır’ arama uğraşındaki sol hayırcılardan ‘Türkiye’de boykotun koşulları var mı?’ (Ergin Yıldızoğlu, Birgün, 19 Ağustos)
  • Yıldırım Türker’den (MedyadaBoykot sayfalarında çeşitli kısımlarını vurgulayarak yayımladığımız) ‘Evet! Boykot!’ (Radikal, 23 Ağustos)

22 Ağustos 2010 Pazar

"Sivil Yargı"nın Altından Burjuvazi Çıktı!

Kavramlarımızı elimizden almak için uğraşıyorlar. İşkence yapmak yerine orantısız güç uyguluyorlar, sömürmek yerine iş veriyorlar, yağmanın adı yatırım, işgalin adı da barış harekatı oldu. E hal böyle olunca, direnmenin ve mücadelenin adı, elimizde olmadan, terörizme dönüştü.

Bu referandum süreci de yeni kelimeler ürettirdi liberal aydınlara. Askeri vesayet, bürokrasi, statüko, sivil yargı ve sivil anayasa kavramlarından oluşan bir dünya görüşü nereye uygulansa olumlu sonuç veriyor: AKP desteklenmeli.

Sınıfsız İmtiyazsız Kaynaşmış Siviller

Sivillik yirmi birinci yüzyıla uygun bir millet anlayışıdır. Bu kavram ulus-aşırı sermayenin ve farklı uluslardan insanların bir araya geldiği ülkelerin yeni çimentosu olmaya hazırlanıyor.

17 Ağustos 2010 Salı

Sistemin dostları kimlerdir?

Ve boykot alternatifine karşı nasıl savaşırlar?

Ben Baskın Hoca’yı dinlerim. Sistemin, onu korumak için ona karşı çıkacak kadar tutkulu bir dostudur, bu yüzden söylediklerine kulak vermek gerekir. Ayrıca kalemi de iyidir, kolay okunur, kendi ne kadar liberalse kalemi o kadar kanlıdır. En son Radikal İki’de şöyle yazdı:
“Bir de Boykot diyen ademler var, onlar bile 3’e bölündü: a) Parti mensuplarının sandıkta Evet verivermesinden korkanlar, b) “AKP taraftarı” diye damgalanmaktan ürkenler, c) Evet’ler fazla çıkarsa AKP şımarır, diyenler (en sazanlar da bu sonuncular).”
Radikal İki ekolünün gönlü Evet’te olsa da sadece sistem içi muhalefetin oyu Hayır’a değil Boykot seslerine de yer yer kulak veriyor. Oy pusulalarında bulunmayan alternatif, tam da oy pusulalarında bulunmadığı için gerçek bir alternatife dönüşüyor.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Demokratik Hak Kullanılacak! Kullaann!!

Valiler, jandarma komutanları, emniyet müdürleri ve içişleri bakanı toplantı yapıyor. Yer Diyarbakır. Konuşulanlara bakılırsa, gerekirse zorla demokrasi getirmeye hazırlanıyorlar.

İçişleri bakanı diyor ki: “Halk oylaması ortamını sabote etmek isteyen veya vatandaşlara baskı kurmak isteyenlere dönüp de çok acımasızca müsamahasızca davranılacaktır.”

Sonra da ekliyor: “Boykot vesaire gibi şeyler ortalıkta konuşuluyor. Bizim isteğimiz şu, vatandaş sandığa gitsin kendi hür iradesiyle tercihini yapsın. Vatandaşın bu demokratik hakkını kullanması önünde hiç kimse engel olamaz. Biz buna müsaade etmeyiz.”
Tarantino filmi değil, demokratikleştirme timi.

15 Ağustos 2010 Pazar

İşçi, Anayasa Paketinin neresinde duruyor?

13 Eylül günü nasıl bir Türkiye'ye uyanacak çalışanlar? Anayasa değişikliğinin kabulü ya da reddinin neler doğurabileceğini tahmin edebilmek için, varolanın fotoğrafını çekmekle, eski albümleri karıştırmakla başlayalım işe:

Bugün


Sendikasızlaştırma, daha doğrusu sarı sendikalılaştırma tüm hızıyla sürüyor. Memurlara toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmıyor. Grev yapan işçi, başına neler geleceğini uygulamalı gördü, görüyor. İmanlı yeşil sermayenin de imanının paraya olduğunu anlamayan kalmadı. Genel grev hakkı yasalarda yok, uluslararası sözleşmelere dayanılarak yarı legal uygulanabiliyor. Özelleştirmenin kapıya koyduğu onbinler, çok daha azına razı işsiz milyonlarla tehdit edilerek kölelik fermanlarını imzalamaya mahkum ediliyor.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Sol Hayırcılar


Referanduma Boykot diyoruz. İktidar ve destekçileri Evet diyor. Bu yüzden de, müzmin muhalifler olarak, NedenBoykot sayfalarında daha çok Evetçilerin sefaletini tartışıyoruz.

Ancak aslında baktığımız zaman, şAk Parti diye kısaltılacak çok şakacı bir parti hariç tutulursa (ki rahatlıkla tutulabilir; hepsinin düşmanı oldukları halde isimlerinde hem devrime hem sosyalizme hem işçi sınıfına referansları olan bir parti şakadan başka ne olabilir?), Evetçilerin içinde halkın saflarında duran hiç kimse yok.

Oysa Hayırcılar böyle değil. Tamam, faşizmin simge partileri MHP’yi, CHP’yi, İP’i iplemeyebiliriz de, Halkevleri, TKP ve EMEP gibi reformist solun içinde yer alan, şu veya bu düzeyde sosyalizm iddialarını sürdüren yapılar var içlerinde.

Bir tutumun doğruluğu ya da yanlışlığına, o tutumu benimseyen başka insanların kimliğine bakarak karar vermek, teknik adı niteliksel adam karalama olan bir mantık hatasıdır. Ama bu, bir tutumu alan insan gruplarına bakarak hiçbir yorum yapamayacağımız anlamına gelmez.

Üstteki grafikte de görüldüğü üzere, liberal sol Evet, reformist sol Hayır, devrimci sol Boykot bayrağı altında toplanmış. Kürt yurtsever hareketi uzun süredir silahlı reformist hatta seyrettiği halde, son manevranın kendilerini tasfiye için yapıldığını fark etti ve Boykot dedi. (Sol liberallerin Evet’i savunurken Kürt halkına verilecek haklardan bahsetmesi ise oksimoronik sol+ liberal duruşlarının ironik bir tezahürü olsa gerek.)

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Eyvahl!! Türkiye yine demokratikleşecek!

Aylardan Ağustos’tu. Başbakan televizyonda “Kürt açılımına” başladıklarını ve bunun vatana millete hayırlı olacağını ilan ediyordu. Sanatçılar, aydınlar sıraya girmiş, Ajda Pekkan Kürtçe şarkılar söylemeye bile başlamıştı: Keçe Kurdan! Herkes umutluydu.

Ben ise şöyle diyordum içimden: Eyvah!

5 Ağustos 2010 Perşembe

Özelleştirmelere kesin son: Devleti özelleştirelim!

Ciddiyim. İroni yapıyorsam Sokrat’ın ruhu kovalasın. Özelleştirelim devleti gitsin. Kiminle kapıştığımızı bilelim.

Birilerinin çoktan bunu düşünmesi gerekiyordu. Adına liberter denen bir iki post-faşist ima etti ama açıkça söyleyemediler. Kısmet banaymış. Bize yeni fikirler hep Avrupa’dan gelir. Gerçi biraz doğuya düşüyor ama benim de bu fikir aklıma Romanya’da bir özel hastanede geldi. Devlet hastanelerinde ilaç bulunmuyormuş, o yüzden babamı buraya yatırdık.


İlaçsız hastane... Oksimoron gibi duruyor değil mi? Değil. Şu sağlıkta dönüşüm projesi bir tamamlansın bir de bizim hastaneleri görün. Oksi ne demek, moron yerine konulan kim, o zaman anlayacağız. Doktorlar kasiyere, hastalar müşteriye, parasızlar ölüye dönmeli yurdumda.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Muhtemel Düşünce Suçlusuyum, Boykot Ediyorum

Bianet'in haberine göre, ülkede düşünce suçlularının sayısı bir yılda iki kat arttı. 2010 yılının sadece ilk üç ayında 249 düşünce suçlusu sanık sandalyesinde.

Dava üstüne dava haberleri geliyor dört bir yandan; şunu dediği için, şu söylemlerde bulunduğu için hakkında şu kadar yıllık hapis istemiyle veyahut şu miktarda para tazminatıyla dava açılmıştır. Ya malum 301’dir, ya da halkı askerlikten soğutmak gibi garabetlik kumkuması TCK 318 ya da pek bir ünlü Terörle Mücadele Yasası. Sistemin sınırları öyle bir çiziliyor ki; o sistemin istediklerinin dışında herhangi bir şey söylemenin tüm yolları kapatılıyor. Sistemle barışık olmadığın sürece de, sistemin duvarlarına – yasalarına – ifade edemeyişlerine çarpıveriyorsun. Sonra; gelsin düşünce suçlusu, gitsin ifade özgürlüğü.

3 Ağustos 2010 Salı

Yetmeyen ne?! Êdi bes e! Ya basta!

Linççi güruh saldırıyor. Kürtlere ait olan 40 işyerini tahrip ediyor. Ardından BDP, EMEP ve ÖDP binalarını yakıyor. Kuyumcular yağmalanıyor.

Biz kimiz, neredeyiz? 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da Rum, Yahudi ve Ermeni miyiz? 19-26 Aralık 1978’de Maraş’ta Kızılbaş, Kürt ve Komünist miyiz? 2 Temmuz 1993'de Sivas’ta Şair, Eleştirmen ve Sanatçı mıyız?

Hayır, Temmuz 2010'da Hatay'da Türkiye'deyiz. Ve bu sefer Kürdüz.

Hatay'da güvenliğimiz için yerleştirildiği söylenen MOBESE kameraları, güvenlik gücü denilen güçler, adaleti yerine getirmekle sorumlu olduğu iddia edilen savcılar, hakimler var. Türkiye'de güya 12 Eylül ile hesaplaşan, demokrasi getirecek olan bir parti var. Ama hepsinin kafasının içi 6-7 Eylül'ün, Maraş'ın, Madımak'ın baltaları, bıçakları ve korlarıyla dolu.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Onlar Vurdu, Biz Büyüdük

Bu sefer, oy vermenin hiçbir şey değiştirmeyeceğini biliyoruz. Halen tutuklanıyoruz, halen gözaltına alınıyoruz, halen vuruyorlar ve büyüyoruz: Bu sefer gitmiyoruz.

Yıllardan 93, üstümde siyah ilkokul önlüğüyle, okuldan eve gidiyorum. Günlerden 21 Mart. “Baharı çabuk gelen iller”den birinde olduğumdan, benim için o günün asıl özelliği havanın çok güzel olması. Adı “Cumhuriyet İlkokulu” olan okulumla mahallemizin arasında da, çocukluk mesafesine göre çok uzun bir yol var. Ve annemin uzun tembihleri sonucu ben, aslında daha uzun ama daha “güvenli” olan, ana caddeleri kullanıyorum dönüş yolunda ekseri. O gün, nedense, sevdiğim yolu, mahallelerin arasından geçen ve “güvenli olmayan” yolu kullanmayı tercih ediyorum. Kısa bir süre sonra da gökteki siyah dumanları görüyorum. O güne kadar o siyahlıklara dikkat kesilmemiş olmamı, şimdiki hafızamla adlandıramıyorsam da, ilk defa fark ediyorum bunu. Bulut değil, bir şeyler yanıyor ama bildiğim bir şeyler de değil. Eve yaklaştıkça bazı sesler duyup, en çok merak duygusuyla, yolumu biraz daha uzatıp, şimdi yerine “Muhtarlar Sitesi” yapılmış olan boş alana doğru seğirtiyorum. O güne kadar hiç tesadüf etmediğim o kalabalığı işte orada görüyor ve sanırım biraz da korkuyorum. Bir otobüs yan durmuş, üzerinde konuşan birileri var ve karşılarında toplanmış kalabalıkta, bizim mahalleden bir dolu insan var. Amcam da orada, o beni görmüyor ama ben onu görüyorum. Yanına gitmeden, eve doğru yürümeye devam ediyorum. Kuşbazlığı lakabı da olmuş bir komşuyu görüyor ve soruyorum: “Bu dumanlar ne? Buradakiler ne yapıyor?”. Tane tane anlatıyor bana: “Bugün bayram. Bahar bayramı, bizim bayramımız. Yakılan şeyler kamyon lastikleri. Âdet budur, bir ateş yakılır ve üstünden atlanılır. Bu kalabalık da işte bayramı kutlamak için buradalar.” Bir bayramdan neden bu kadar korkulduğunu anlamıyorum o zaman. Çünkü çocukluk aklımla, ben bundan korkuyorum: Etraf polis ve asker, akrep ve panzer, korku ve öfke kaynıyor. Eve gidiyorum. Sonradan öğreneceğim: O mitingde konuşanlardan biri Apê Musa’ymış (Musa Anter) meğer, biri de Leyla Zana. Akşamında ne kadar korkulduğunu da anlayacağım: Sabaha kadar yukarıya doğru fişek sıkılıyor ve sesler çok yakından geliyor. Evimizin yakınında cami ve karakol var. Önündeki köpeklerden birinin adının “Leyla” olduğunu, onu içeriden çağıran memurlarca bildiğimiz “çarşı karakolu”. “Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim”.