9 Ağustos 2010 Pazartesi

Eyvahl!! Türkiye yine demokratikleşecek!

Aylardan Ağustos’tu. Başbakan televizyonda “Kürt açılımına” başladıklarını ve bunun vatana millete hayırlı olacağını ilan ediyordu. Sanatçılar, aydınlar sıraya girmiş, Ajda Pekkan Kürtçe şarkılar söylemeye bile başlamıştı: Keçe Kurdan! Herkes umutluydu.

Ben ise şöyle diyordum içimden: Eyvah!

***

Türkiye’nin şanlı “demokrasi” tarihinin bazı sayfalarını okuma fırsatı bulmuş olan ben, bu kadar çok demokratikleşme dalgasına maruz kalmış başka bir halk var mı diye düşünürüm sık sık. Eğer demokratikleşme lafını her ağızlarına aldıklarında burjuva politikacıların burnu uzasaydı, mecliste sağa sola takılmadan yürümek başlı başına bir meziyet olurdu. Çünkü demokrasinin adı en çok kendisinin olmadığı yerlerde anılır. Hem de bunun asıl sorumluları tarafından!

Hem merak etmeyin, bizden önceki kuşaklar da demokrasi mağdurudur. Bu yazı vesilesiyle hem onları analım, hem de işbirlikçi iktidarların demokrasi getiriyoruz dediklerinde, “d-e-m-o-k-r-a-s-i” harflerinin sıralanışından bizim anladığımız şeyi anlamadıklarını görelim istedik.

***
1945-49: Bir Demokratikleşme Denemesi
Bilanço: 2 sol parti, 6 gazete ve dergi, 1 sendika birliği kapatıldı; 1 gazete matbaası tahrip edildi, sendika kurma yasağı geldi, 3 solcu üniversite üyesi atıldı

İkinci Paylaşım Savaşı bitmiş, Hitler faşizmi yenilmişti. CHP içindeki “Almancı” kadrolar üzgün, Sovyetlerin de yarattığı endişeyle kendilerine yeni bir Kâbe arıyorlardı. Nihayet Truman Doktrini ile ABD elini Türkiye’ye uzattı, Marshall Yardımları ile de ülkenin kolunu kapacaktı.

Plana göre ABD Türkiye’ye “kalkınması” için borç verecekti ama, birkaç şeye ihtiyaç vardı: Türkiye’nin Batı dünyasındaki “diktatörlük ülkesi” imajını biraz yumuşatması (ki ABD bu demokratik ülkeye yardım götürebilsin), ve komünizm tehdidi altında olduğunu kanıtlaması (ki ABD bu tehdit altındaki demokrasiyi komünizmden kurtarabilsin). Bu ikisi bir arada, aynı anda yürütülecekti.

Bu planın ilk kısmı gereği 1946’da bazı “demokratikleşme” hamleleri gerçekleşti: Öğrencilerin dernek ve birlik kurması serbest bırakıldı. Sınıf esasına göre parti kurmak, yani işçi sınıfı partisi kurmak yasallaştı (önceden yasaktı!). Üniversitelere bilimsel ve idari özerklik veren yeni Üniversiteler Kanunu kabul edildi. Gazete kapatmak zorlaştı. 1947 yılında Sendika Yasası çıktı.

Şimdi biz 60 sene ilerden bağırıyoruz: Eyvah!

Bu gelişmelerin solda yarattığı heyecan büyük bir legalleşme dalgasını, işçi sendika birliklerinin kurulmasını ve yeni yayınların ortaya çıkmasını getirdi. Çalsın sazlar:
Demokratikleşiyorduk!

Ama işler biraz tuhaf gidiyordu: Bu demokratikleşme kararları Şubat 1946’da çıkmıştı. 7 Eylül 1946’da ise iktidar “7 Eylül kararları”nı alıyor ve Türkiye ekonomisini emperyalizme bağımlı hale getirmek için ilk adımları atıyordu. Yapılan düzenlemeyle Türk parasının ABD doları karşısındaki değeri radikal bir biçimde düşürülüyor, halk fakirleşirken, sermaye Türkiye’ye daha ucuza girmenin yolunu açıyordu.

Aralık 1946’da ise daha d-e-m-o-k-r-a-t-i-k bir şey oldu:
  • Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, 
  • Türkiye Sosyalist Partisi,
  • Bunları destekleyen Sendika, Ses, Nor-Or, Gün, Yığın ve Dost adlı gazete ve dergiler,
  • İstanbul İşçi Sendikaları Birliği ve İstanbul İşçi Kulübü,
kapatıldılar.

10 ay içindeki şu muazzam demokrasi atılımına bakıp da, “eyvah!” dememek olası mı?

Fakat iktidar henüz demokrasi hırsını alamamıştı. O halkı daha aydınlık, daha müreffeh, daha özgür yarınlara taşımaya kararlıydı ve bunun için gerekeni yapacaktı.

1947-48 yılı, Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Behice Boran,Niyazi Berkes ve Pertev Naili Boratav’a karşı başlatılan anti-komünist kampanya ile geçti. “Ankara Üniversitesi’nde komünizm propagandası yapan hocalar” diye başlıklar atan Vatan gazetesine destek, Milli Eğitim Komisyonu üyelerinden geliyordu: “Ankara Üniversitesi’ndeki sol temayüllü hocalar temizlenmeli.”

Ve nihayet 1946 yılında Üniversiteler Kanunu’nun getirdiği “özerklik”, o büyük demokratik hak, 1948 yılında taçlandı: Boran, Berkes ve Boratav Ankara Üniversitesi’nden atıldılar.

Son büyük demokratik adım 1949 yılına saklanmıştı: Türk Ceza Kanunu’na Mussolini İtalya’sından alınan 141 ve 142. maddeler eklendi: 141. madde “Cumhuriyetçiliğe aykırı amaçlar güden veya milli duyguları yok etmek ya da zayıflatmak isteyen derneklerin kurulmasını” ve 142. madde bu derneklerin propagandasını yapmayı yasaklıyordu.

Türkiye halkı boğazına kadar demokrasiye ve özgürlüğe batmış, çırpınıyordu.

1950-1960: Demokrasi Devlete Az Geliyor
Bilanço: 184 komünist tutuklandı, 16’sı işkencede delirdi, 43 aydın gözaltına alındı, 1 sol parti kapatıldı, 1 işçi sendikaları konfederasyonu ve 7 sendika birliği kapatıldı, azınlıklara ait işyerleri yağmalandı, polis iki kişiyi öldürdü

“Yeter, söz milletin!” diyordu Menderes’in partisi seçimlerden önce. 1950 yılındaki seçimlerden DP’nin zaferle ayrılması, ülkedeki demokratları, aydınları ve partiye destek veren herkesi çok sevindirmişti. İşte asıl şimdi demokratikleşecektik. Öncekiler sayılmazdı, asıl şimdi başlıyorduk. (Eyvah?!)

Seçimlerden bir yıl sonra, demokratikleşmenin ayrılmaz parçası olarak, 26 Ekim 1951’de 183 (bazı kaynaklara göre 167) TKP’linin gözaltına alındığı büyük bir operasyon başladı. Hapishanede insanlık dışı koşullarda yaşatılan ve işkencelere maruz bırakılan komünistlerden bazıları akıl sağlığını kaybedecekti. Bu kişilerin pek çoğu 10 yıldan başlayan cezalara çarptırıldılar. Bir tehlike daha bertaraf edilmişti.

Demokratikleşmenin öbür unsurları da tam gaz devam edecekti: “Amerika ne verirse alacak, ne yaparsa kabul edeceğiz” diyen Menderes, toprak ağalarını ve ticaret sermayesini ABD kredileri ile besleyecek, tarlaları ABD traktörleri ile sürerek ülkeyi kalkındıracaktı. ABD’li bir uzman Türkiye’de ağır sanayinin kurulmasına yönelik fikirlere karşı ise şunu diyecekti: “Mali kaynaklarını böyle projelere ayıran bir hükümetin yabancı sermayedarlara güven verdiğini söyleyemeyiz.”

Demokrasi 1954 yılında da zafer kazandı: DP yeniden seçilmiş, ülke içindeki anti-demokratik unsurlara bir darbe daha vurulmuştu, hey! Fakat hay aksi, seçimlerin üzerinden henüz bir sene geçmişken, üzücü bir olay oldu: 6-7 Eylül olayları olarak anılan bu iki günlük yağma ve tahrip olaylarında, İstanbul’daki azınlıkların işyerlerine “hassas vatandaş” saldırdı. Böyle bir şey kabul edilemezdi: Hemen bir grup (43 kadar) aydın ve komünist temin edilip, gözaltına alındı. İşte suçlular bunlardı: Vay hainler, vay demokrasi düşmanları… 6-7 Eylül olaylarının daha sonra bizzat devlet tarafından örgütlendiği anlaşıldıysa da, bu önemsiz bir ayrıntı olarak kaldı.

DP, adına layıktı. Demokrasiye doymuyordu: Hikmet Kıvılcımlı’nın kurduğu Vatan Partisi 1957 yılında kapatıldı. Partinin genel başkanı Kıvılcımlı ve üyesi 38 kişi tutuklandı ama, bu kişilerin tutuklanma haberi ancak bir ay sonraki gazetelerde duyurulacaktı. Yargılama ise ancak bir yıl sonra başlayacak, Ağır Ceza Mahkemesi’nde iki yıl süren işkenceli sorgulardan geçeceklerdi: Al sana elektrikli demokrasi!

Aynı yıl İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve 7 ildeki işçi birlikleri kapatılacaktı.

DP demokrasinin bütün gereklerini yerine getiriyor, getirdikçe de karşılığını alıyordu. 27-28 Nisan 1960’taki olaylarda atılan iki demokratik kurşundan biri üniversite öğrencisi Turan Emeksiz’e saplandı. Beyazıt Meydanı'na kanlı bir demokrasi anıtı dikilmişti. Ezenlerin demokrasisinden yine bizler mağdur olmuştuk.

***
Aylardan Ağustos’tu, yıllardan 2009. Uzaklarda sadece AKP’lilerin ve yandaşlarının görebildiği bir bayrak dalgalanıyordu: Demokrasi bayrağı. Sezen Aksu başbakanla telefonda konuşuyordu.

Henüz daha 1 Mayıs 2009 tarihinde yüzlerce binlerce onbinlerce polis işçilerin ve öğrencilerin üzerinde tepinmiş, kimse bir ceza almamıştı. Ama demokrasi bekleniyordu.

11 Aralık 2009 tarihinde, yani daha beş ay geçmeden “demokrasi açılımı”nın gereği olarak Demokratik Toplum Partisi kapatıldı. Daha açılım başlayalı 1 yıl olmadan, 1 parti kapatılmış, 1500 Kürt gözaltına alınmış, zindanlarda 18 yaşın altında 4000 çocuk bekler olmuştu.

7 Mayıs 2010’da Güler Zere öldü. 15 Haziran’da TAYAD üyesi 27 kişi gözaltına alındı. Bu yazı yazıldığı sırada 9’u hala sebebi belirsiz bir biçimde tutukluydular.

Aylardan Ağustos, yıllardan 2010. AKP 12 Eylül referandumuyla demokrasi getirecek, diyorlar.

EYVAH!

3 yorum:

  1. hmm demek DTP'yi AKP kapatmış, bak bunu bilmiyordum.

    YanıtlaSil
  2. Aa, Türkiye'de yaşamıyor musunuz yoksa?
    Melek değil mi AKP, demokratikleştiriyor filan?

    Kürt illerinde zaten DTP ile hiç çelişkisi yoktu AKP'nin. Kapansın istemezdi, tüh :( Oysa ne demişti içişleri bakanı: açılım herşeyden önce PKK'nin tasfiyesi içindir.

    Çap bu kadar. Yazıyı yazıyor koyuyoruz, bir sürü meseleden bahsediyoruz. Çok "akıllıca" bir yorum geliyor: Hmm demek öyle olmuş. Ah çöktü bütün düşünce sistematiğimiz vallah!

    YanıtlaSil
  3. İç işleri bakanı PKK'nın tasfiyesi için açılımın gerekli olduğunu söylemiş, kkötü mü söylemiş?
    Ne yani Kürtler bir yandan daha fazla demokrasi isterken diğer yandan da dağda silahlı örgüt mü bulundurmak istiyor?
    bir yandan bu ülkedeki tüm vatandaşlarla eşit olalım ama diğer yandan bü ülkenin askerini, polisini şehit edelim.
    oldu güzelim. başka?

    YanıtlaSil